Archive for Ağustos, 2012

Büyü Dükkanı

Hayattan en çok istediğiniz nedir?

Aşk, para, huzur, mutlululuk, cesaret…

Karşılığında hangi değerinizi/ duygunuzu/ anınızı vermeye hazırsınız?

Hayatta en çok istediğiniz şey, hayattan alabileceğiniz en iyi şey midir?

İşte bu sorunun devamında Büyü Dükkanında usta bir satıcı ile pazarlığa girmek ister misiniz? Büyü Dükkanında her şey mümkün. Müşteri olduğunuzda zorlu pazarlığın tek bir kuralı var, hayatta en çok istediğiniz her neyse onu almadan ayrılmamak…

Mucize Dükkanının sahibi yaşlı satıcı aslında usta bir “koç”, orada olmadan sadece güçlü sorular ile müşterisinin kendisine farklı açılardan bakmasını sağlıyor. Müşterinin kendisi için en iyi seçeneği önce fark ediyor, sonra da istiyor olmasını sağlıyor. Sonuç olarak Büyü Vadisine gelen müşteri ile oradan ayrılan müşteri farklı iki kişi oluyor. Okuyucu olarak bizler de tüm bu değişim sürecine adım adım şahit oluyoruz. Ölümsüzlük isteyen biri sahip olduğu tevazudan vazgeçmeye ne kadar hazır? İtibarını kumar masasında bırakan kişi vicdanı karşılığında itibarını geri kazanmak ister mi? Kolunu bir kazada kaybeden genç eski yeteneklerini tekrar kazanmak uğruna yeni bir şeyle öğrenme becerisini yok sayabilir mi?

Tüm bu hikayeleri okurken hiç tereddütsüz kendinize sorduğunuz soru şu oluyor: “Ben Büyü Dükkanınından ne isterdim?”

Peki yaşlı satıcı benimle nasıl bir pazarlık yapardı? Karşılığında benden ne isterdi? Oradan ben nasıl ayrılırdım?

Ben hala düşünüyorum, ne isterdim diye. Kocaman bir sorumluluk yüklüyor bir şeyleri istemek, hiç de kolay değil. Devam eden soruları dolu dolu yanıtlamaya çalıştığımda başa dönmek istiyorum.  “Sonrasında yaşamında tam olarak ne değişecek?” “Bu Senin için neden değerli?” “Ve karşılığında neden vazgeçebilirim?”

“Büyü Dükkanı” ve “Büyü Dükkanında İki Çınar” Yeşim Türköz’ün yazmış olduğu psikodrama öyküleri… Bana bu nefis kitapları hatırlattığın için çok teşekkür ederim Can’cım:-)

Mine Kobal Ok

 

Ağustos 24, 2012 at 6:46 pm 1 yorum

Can’dan İç’ten Paylaşımlar-1

Can Karaburçak/Ağustos 2012

“Artık bana  kalsın istiyorum” dedi Zakiye Hanım. “Eşim çok çalıştı, cumartesi pazar demedi hep çalıştı. Bize emekli maaşımız yeter, çoluk çocuk da büyüdü çoktan. Artık bana kal diyorum ona.”

“Bana kal” ne güzel bir istek.

Çocukluğumdan beri karakterimden, burcumun aslan olmasına bağlayıp belki de bu burcun gereklerini yerine getirme endişesinden, hep her zaman tüm arkadaş gruplarımda program yapıcı, insanları, grupları birbirine tanıştırıcı, hadi hep beraber şuraya gidelim, bunu yapalım deyici, sohbetlerde herkesi güldürmeye, enteresan birşeyler anlatmaya çabalıyıcı olmak sorumluluğunu hissettim. O kadar herkesi aranmaya alıştırmışım ki sekiz sene gibi bir süre Ankara’ya iş için yerleştiğimde ve ben daha az onları arayabilir olduğumda beni kendiliğinden arayan kişilerin onlarca arkadaşımın arasından üçü beşi geçmediğini farkettim.

İstanbul’a geri döndüğümde de o üç beş kişiyi aramak bana yetti. Diğerleri ile “sadece zaman, mekan paylaşımı” yapmış olduğumu anladım, bu beni çok üzdü başlangıçta, zor kabullendim ama sonunda kabullendim.

“Akıllı olursan seni herkes sever” diyordu dün sahilde annesi 5 yaşındaki kızına. Sevgi alabilmek için akıllı olmaya çabalamak, komik, eğlenceli, eksantrik olmaya çalışmak. Takdir görmek, akılda kalmak, tanınır olmak için herşeyi herkesten önce öğrenmiş, bilmiş olmak, söylemiş olmak, okumuş olmak, yetmedi akılda tutmuş olmak,..şu olmak bu olmak.

Yaptıklarımın kaçını kendim için kaçını beni sevsinler, önemsesinler diye yapmaktaydım/yapmaktayım acaba?

Bugüne kadar gerçekten çok çalıştım. Hala da çalışıyorum.  Arkadaşlıklarımda, özel ilişkilerimde, gücümün ve aklımın yettiği, kendimden doğru baktığımda görebildiğim ölçüde, maddi manevi  hoşluklar yapmak için çok emek verdim, herkese çok zaman ayırdım. Onlar mutlu olduğunda ben de mutlu oldum. Veya daha doğrusu şu mu oldu diye düşünüyorum; kendim mutlu olmak için onları mutlu etmeye çalıştım. Daha derinde ise kesinlikle  daha çok sevilmek, vazgeçilmemek, hayat boyu birlikte olunmak için yaptım. Yanlış yok hiçbirinde. Kendim için yaptığım herşey doğru. Kontrol alanımın dışı olan diğer kişilerin istediğimi vermeleri için  yaptığım şeyler yanlış olmuş sadece.

Dün Zakiye Hanım’ın cümlesiyle birşeyler tekrar aydınlandı içimde.

“Kendime bugün farklı birşey söyleyecek olsam o ne olur ” sorusuna  yanıtım şu oldu:

“Can artık bana  kal”

Ya Siz?  Siz kime kalmak istersiniz?

Ağustos 20, 2012 at 2:52 pm Yorum bırakın

Kiraz Çiçekleri

Neleri yapmaktan hoşlanıyoruz?

Neleri yapmak bize gerçekten keyif veriyor?

Yanıtınızın ne kadar kısa ya uzun bir listeden oluştuğundan bağımsız, sevdiğimiz bir şeyleri yapmak için zaman yaratmaya çalışıyoruz. Peki zamanı bulduğumuzda ne oluyor? Gerçekten yüzde yüz keyif alıyor muyuz? Bedenen, ruhen ve zihnen her ne yapıyorsak “şimdi ve orada” olabiliyor muyuz? Geçmişteki bir sahne ya da gelecek beklentisi/ endişesi zihnimizi meşgul etmekte daha mı başarılı oluyor yoksa? Anı yaşamak, şimdiki zamanda kalmak gerçekten çok zor.

Bir zaman dilimini ne kadar dolu dolu yaşayabildiğimiz ya da o anda ne kadar çok sahneyi derin algıyabildiğimiz şimdiki zamanın tadını çıkarabilme ölçüsü… Uzmanlar içinde bu konuda nerede olduğumuza ilişkin, bulunduğumuz kültüre sandığımızdan çok daha borçlu olduğumuzu söylüyorlar.

Tek bir yaşamın olduğuna inanan batı kültüründe “zaman nakittir” inancı ile birlikte koşmak, aynı anda iki, üç tercihen çok iş yapabilmek, her şeyi bir tane yaşama sığdırmak iyi bir şey. Görülecek çok yer var, okunacak çok kitap var, izlenecek çok film var…

Doğuya doğru gittiğimizde ise yaşama bakış daha geniş zamanlı olduğundan “koşmak” yerine “durmak” değerli olmaya başlıyor. Çay demlemek gibi sade uğraşlar, uzun uzun ritüellerle tanımlanıyor. Kiraz ağaçlarının çiçek açması ise bayrama dönüşüyor. Sadece bir iki hafta süren bu büyüleyici manzara tüm Japonlar için yeni başlangıçları simgeliyor. Simgesel olarak her şeyin fani olduğunu da anlatan kiraz çiçekleri ile birlikte okullar açılıyor, evlilikler için gün alınıyor ya da yeni işlere başlanıyor.

Peki biz neredeyiz? Bence nasıl yorumladığımız ile ilgili, aslında hem doğulu hem de batılı olabilmenin tadını çıkarabiliriz. Koşmak bizim için hiç de zor değil, tüm okul sistemimiz/ iş yaşamımız koşuyor olmamız üzerinde inşa edildi, bununla birlikte oryantal yanımızın ağırlığı/ ya da hafifliği ile ehli keyif bile olabiliyoruz. İkisini de hiç zorlanmadan yapabilecek bir kültürün içindeyiz, bunu biliyor olmak iyi bir şey.

Soru: Durmak istediğimizde gerçekten durabiliyor muyuz?

Bayramları biraz da bu yüzden seviyorum, bir şeyler kaçıyor endişesinin en az yaşandığı günler olabiliyor. Kiraz çiçekleri tadında “sakin” ve “dolu dolu” bir bayram olsun:-)Bir de yepyeni şahane başlangıçları getirsin:-)

Mine Kobal Ok

Ağustos 19, 2012 at 9:21 am Yorum bırakın

15 Dakika 15 Dakika mıdır?

Soru: Zaman yönetimi seminerlerine inanır mısınız?

Benim yanıtım: Bir seminer yöneticisi olarak ben inanmıyorum. Tüm katılımcıların gözlerinin daha parlayarak geldiği başka kaç program vardır bilmiyorum. Herkes öyle bir ipucu duyacak ki artık her bir şey yetişecek, tüm zaman hırsızları yok olacak, gün de 27 saat olacak gibi bir beklenti ile öylece beklerler. Ta ki ilk kahve molasına kadar, seminer içeriği ile yavaş yavaş tanışmaya başlayıncaya kadar. Bir gününüz nasıl geçiyor? Hangi işler ne kadar zamanınızı alıyor? Peki bu işlerin hangisi öncelikli? Ya acil olanlar hangileri? Bir gün önceden gününüzü programlıyor musunuz? Ajandalarla aranız nasıl?

“Zamanım yetişmiyor, eyvah” diyen zaman yokluğu ile boğuşan insanlar, nasıl organize olacaklarını bilmeyen insanlar değildir. İnsanlar ne yapmaları gerektiğini çok iyi biliyorlar, sadece uygulamada bilmekten öte başka bir şeylere daha ihtiyaçları var. Zaman yönetimine ilişkin önerileri, tabloları biraz da diyet reçetelerine benzetiyorum. İlk bir kaç gün pek bir hevesle çalışıyor olmalarına rağmen, zamanla birlikte heyecan da azaldıkça eski alışkanlıklar kendini göstermeye başlıyor.

Peki çözüm ne? Zamanı daha etkili kullanmayı nasıl öğreneceğiz? Nasıl her bir şey tam da olması gerektiği gibi yetişecek? Hatta aynı anda beş işi halledememenin yaşattığı stresden nasıl kurtulabileceğiz?

Yanıt: Biraz daha derin ve güçlü koçluk sorularına ihtiyacımız olacak bu durumda. Kendi zaman algımızla tanışmak nefis bir koçluk konusu:-)

Kendi içimizdeki sesler neler söylüyor? Yetiştirmeye çalıştıklarımız, “bu da var, sonra da bunu yetiştirmem gerekiyor, ama…” cümleleri bizi ne kadar bloke ediyor? Aynı anda kafamızın içindeki tilkiler (kuyruklarına pek dikkat edip) bir çözüm bekleyen sorundan, diğerine sıçrarken, bir süre sonra neden hala bir gram ilerleyemediğimizi sorguluyor muyuz? Sonrasında günah keçilerini aramaya da başlıyorsak, koçluğumuz gelmiş demektir:-))

İşte bir kaç koçluk sorusu:

-Zamanı nasıl yaşıyoruz? Yaşamın hammaddesi zamanı nasıl algılıyoruz?

-Ne zaman/ hangi sahnelerde yaşadıklarımızın içinde kalıyoruz?

-Ne zaman/ hangi sahnelerde yaşadıklarımızı dışarıdan gözlemliyoruz?

-Ne zaman/ hangi sahnelerde bir saat bizim için gerçekten bir saat oluyor? Ne zaman/ hangi sahnelerde bir saat bizim için çok daha kısa ya da uzun olabiliyor?

-İç zamanınız nasıl çalışıyor? İç zamanınız ne kadar sakin/ ne kadar telaşlı?

Küçük bir egzersiz: Rahatsız edilmeyeceğinizden emin olduğunuz sakin bir yer bulun. Telefon, bilgisayar, televizyon, müzik gibi hiç bir uyarıcı olmasın etrafınızda. Sonra 15 dakika sonrasına alarmı kurun ve hiç saate bakmadan sadece 15 dakikalığına kendi kendinize kalın. 15 dakika sonra kaldığınız yerden günlük yaşam devam edecek, söz.:-) Bu 15 dakika Sizin için nasıl geçiyor? En azından kaç kez saate bakmak istediniz? Kaç dakika kaldığını merak ettiniz? (Bu arada 15 dakika boyunca saate bakmak yasak:-) ) 15 dakika sonrasında 15 dakika Sizin için kaç dakikaydı?

Mine Kobal Ok

Ağustos 16, 2012 at 10:54 am 2 yorum

Ağaç Yaşken Eğilir

Can Karaburçak/14 Ağustos

Çocuklar ne müthiş yaratıklar.

Ve büyüyorlar bir şekilde. Nasıl bir birey olacaklarına dair ipuçları çok da belli değil. Biryandan da çok fazla faktör var.

Olumlu genle gelenler: Bir canım bebek örneğin, ışıl ışıl, arkasında minicik yaşında iz bırakıyor. Nefis bir gülen yüz her kapıyı açıyor. Onunla birlikte yanında kim varsa sebepleniyor. Ben de onunlayım, sebepleniyorum ben de. Bu bebeğim güzel de üstelik. Başka bebekler var yine öyle güler yüzlü, onlar da güzeller cok. Güzeller çünkü güleryüzlüler, insanin içini açıyorlar. Güzel mi çirkin mi diye sorsanız, herkesin ortak cevabı “ay başka bir bebek” oluyor.

Derken güleryüzlü bebekler büyüyorlar. İş görüşmelerinde, arkadaş ortamlarında en çok sevilen, aranılan insanlar oluyorlar. Kariyerleri boyunca o olumlu dışa yansımaları sayesinde herkesten önce terfi ediyorlar ve kimse onları kıskanmıyor, herkesten tebrik alıyorlar, candan kutlanıyorlar. Belki de başkalarına göre daha az becerileri var ama patronlar onlarla çalışmak istiyor. Uyumlular zira. Takımdaki herkesin içini açıyorlar.

Genlerden şanslı gelmişler. Bu işin % 50 si diyor araştırmalar. Sonrası zaten hep böyle gidiyor. Çözüm odaklı ve pozitif tutumlu oluyorlar, olumlu dil kullanıyorlar kendiliğinden. Bebeliklerinden beri insanların ilgisini çekiyor olduklarından çevreleri ile barışıklar. Normal şartlar altında hayatları kolay ve önleri açık. Kendi hayalleri büyüklüğünde yaşıyorlar.

Olumsuz genle gelenler: İşte burada anne babanın tutumu çok önemli. Hem örnek olmak, hem de tutarlılıkla ve kararlılıkla davranmaları çok önemli. Daha çocuklarının bebekken aksi, huysuz olduklarını tespit ettikleri andan itibaren onlara nazik ama tutarlı olmaları öneriliyor. Taviz vermemek ve davranışlarda örnek olmak ve asla pes etmemek gerekiyor.

Dün dünya güzeli bir kız çocuğu ile tanıştım. Henüz oniki yaşında. Hemen ilgimi çekti, içimi çekti. On dakika olmadı ki ne kadar olumsuz bir karakter olduğu çıktı ortaya. Hiçbirşeyden memnun kalmadı. “Hava soğuk, hava sıcak, deniz soğuk, deniz dalgalı. Onu yemem. Bunu da yemem. Gidelim, sıkıldım. TV de program var onu seyretmek istiyorum. İnternetten değil tv den seyretmek istiyorum.” dedi. Günün sonuna dogru o güzellik silikleşti giderek, önemi kalmadı. Anne arkadaşları ile birlikte daha sohbet bile edemeden kalkıp gitmeyi, onun arzusunu yerine getirmeyi tercih etti.

Annenin öğretmek için ne güzel bir firsatı vardı oysa. İleride çocuğunu kollayamadığı zaman onun hayal kırıklıkları icin üzüldüğünde bilmeyecek ki herşeyi değistirme, çocuguna olumlu tutum alışkanlığını öğretme şansına sahipken yapmadı. Ona; tane tane, gitmiyor olmalarının gerekçelerini sakince anlatip, gitmeyip ( davranışı ile de destekleyerek) kızı surat assa bile orada kalmalıydı. Kızı sanıyor ki şimdi herzaman kendi istediği olacak böyle söylenip surat asınca. Oysa hayat çok sert olabiliyor. Önce arkadaşları onu hayal kırıklığına uğratacak. Sonra iş hayatı zorlu geçecek. Çok çok farklı başarıları becerileri olmazsa işi çok zor.

Öğretilmiş ve öğrenmiş olanlar: Bir pizza lokantasındayız. Çocuklar ingiliz. Anne onlara öğretmiş, bir çocuk yuvası sahibi zaten. Abla kardesin canı sıkılmasın diye ona oyunlar icat ediyor. Kendisi de minicik esasen. Belki onuncu kerede aynı filmi koyuyor anneleri önlerine, biz sohbet ediyor, kalmaya devam ediyoruz zira. Derken arka masadan başka İngiliz cocuklar eğilip dahil oluyorlar o filme. Fotoğrafta görüyorsunuz iste, hemen kulaklıklarını paylaşıyor ve birlikte izlemeye başlıyorlar. Anne, babalar mutlu, biz mutlu. Çocuklar dünya güzeli, özeli.

20120814-153903.jpg

Hiçbirşeyi için geç değil biliyorsunuz. O güzelliğinin herseye yeteceğini zanneden küçük kız için de geç değil; ya anne el atacak önce kendini eğitecek inatla kızına doğru davranışı öğretmeye, ya da kendisi daha zor yoldan ve geç de olsa öğrenmek zorunda kalacak.

Ağustos 14, 2012 at 12:38 pm Yorum bırakın

Her Şey Dengede (mi?)

İş özel yaşam dengesi konusu koçluk görüşmelerinde ya da seminerlerde sık sık gündeme gelen başlıklardan biri… Ne olduğunda tam da dengede olabiliyoruz?

-Cuma günleri erken işten çıkabildiğimizde mi?

-Esnek çalışma saatleri olduğunda mı?

-Yoksa her hafta sonu yazlık bir yerlere kaçabildiğimizde mi?

-“Saat tam 17:30’da masamdan kalkarım, işten çıktığımda ise  iş benim için bitmiştir” diyebildiğimizde mi?

-Çocuğun veli toplantısına sakin sakin gidebildiğimizde mi?

 

Aslında dengeyi bulmaya çalışırken, bir adım geriye gidip “denge” sözcüğünden tam olarak ne anladığımızı netleştirmek gerekiyor. Hem başarı, hem de keyif ve mutluluk bir arada olduğunda denge de oraya gelmekte gecikmiyor. Yaşam bir tane. İş yaşamı, sosyal yaşam, özel yaşam gibi kutucuları cümle içinde kullansak da, yaşam bir tane. O nedenle yaşamın bütününde ne kadar başarılı olduğumuz, ne kadar keyif aldığımız dengeyi de beraberinde getiriyor. Akademik çalışmalar yumurta tavuk ilişkisini mutluluk ve başarı için de sürdürüyor bu arada. Mutlu insanlar daha başarılı olurken, başarı da mutluluğu doğuruyor. Nereden bakarsak bakalım ilk adım; önce kendi başarı ve mutluluk tanımlarımızı belirleyebilmek. Yazıldığı gibi kolay bir tanımlama değil tabii ki, hakkını vermeye kalktığımızda, zorlu ve keyifli bir ev ödevine dönüşebilecek bir ağır bir konudan bahsediyoruz. İşte tam bu noktada dengeyi deneyimlemek, başarı ve mutluluğu olabildiğince dolu dolu yaşamak için fark edilmeyi/ ciddiye alınmayı bekleyen bir başlığın ne olduğunu sorsam, aklınıza neler gelir?

Yazının yanıtını Eren üzerinden dolaşarak vermek istiyorum. Ben de çocukların anne ve babalarına bir şeyler öğretmek için geldiğini düşünenlerdenim. Eren henüz 10 aylık olmasına rağmen, sadece onu izlemek bile satır aralarında o kadar çok “ders” barındırıyor ki. Oyun oynadığında her ne kadar konsantrasyon süresi kısacık da olsa, sadece oyun oynuyor, hatta “akış” tadında “oyun” olabiliyor. Pedagoglar çocukların kendi kendilerine oyun oynadıkları zamanın ne kadar değerli olduğunda hem fikirler. Kendi oyuncaklarıyla tek başına oyalayabilen bir çocuğun, yalnızlıklarla daha rahat başa çıkabilecek kadar güçlü olacağından, kendine yetebileceğinden, daha dengede olabileceğinden ve daha dolu dolu  yaşayabilme becerisi kazanacağından bahsediyorlar. Şimdi çocuk ve oyun arasındaki bu ilişkiyi yetişkinlere taşıdığımızda yukardaki sorunun yanıtını da vermiş oluyoruz. Yanıt: Hobi

“Bu ara çok yoğunum, hiç vaktim yok.” yanıtı sayılmıyor bu arada:-) Hobiler, kimsenin bize bir dayatması olmadan sadece keyif aldığımız için varolan uğraşlar. Yaşamdaki ahengi yakalamak için şahane bir bağlaç olmanın yanısıra, sosyal sohbetlerde sessizliklere de birebir iyi geliyorlar. İster pasta yapın, ister fotoğraf çekin, isterseniz küçük bir seyyah olun  ya da rengarenk takılar tasarlayın hiç farketmez, hobiniz Sizi daha renkli, daha yaratıcı bir insan yapmaya yardımcı olacaktır.

Soru: En son ne zaman hobinizle birlikte iken saatinize bakmayı unuttunuz?

Mine Kobal Ok

Ağustos 13, 2012 at 1:23 pm Yorum bırakın

Görgü Kuralları Nereye Kadar?

Can Karaburçak/10 agustos 12
;20120810-202005.jpg

Teyze: “Çatal sol elde, bıçak sag elinde olacak etini, balığını keserken. Kestikten sonra da çatalı sol elde tutmaya devam edeceksin, bırakıp da el değiştirmek yok”

Üniversiteli kız cocuğu: “Çok saçma, canım hangi elle isterse onunla yerim. Teyze, biraz esnek olmayı denesen?

Aynı teyze bir başka çocuğa karınca kararınca onu unutmamak adına bir yurtdışı seyahatinden tişört getiriyor. Çocuğun babası çocuk adına sms atıyor teşekkür ederiz diye. Oğluna öğretmek adına zorla da olsa bir telefon açtırmıyor.

Bir aile yemeğindeyiz. Nihayet herkes biryerlerden buluşup gelmiş, Ankara’dan İstanbul’dan. Özel bir gün kutlanıyor ama bir sitenin cafesinde. Derken bir tanıdık geliyor, oturuyor elinde içkisi ile masaya, hatta bir arkadaşını da önden gönderiyor “sen git ben de geliyorum” diyor. Gelen kız niye orda bilmiyor, onun kabahati yok. Başlıyor kendi hikayesini anlatmaya onu ilk kez orada tanıyanlara. Bir ben tanıyorum. Geceyi, kutlamayı “piç” ederek. Sofradan da şöyle ayrılıyor; ” Hay Allah seni gölgemde bıraktım, gideyim de kutlamanı yap” Bu özgüven çok tanıdık geldi mi size de?

Burası Türkiye kısmı.

Şimdi de yurt dışındayız. Nefis bir bale. Fındıkkıran Balesi. Müziğin bestecisinin memleketindeyiz. Arka locadan daha orkestranın ilk notayı çaldığı an sevinçli bir çığlık eşliğinde alkışlar geliyor. Amerikalı turistler tanıdıkları bir müziği duyunca sevinmişler paylaşıyorlar coşkularını. ?? Görgü bilgi sadece Amerikalılar’da eksik değil elbette. Onların en temel görüntüsü Bale’ye gelirken de devam ediyor, parmak arası terlik ve şortlar. Hemen hiçbirşeyi bilmiyorlar bize öğretilen. İyi de biz de kendi cocuklarımıza öğretmiyoruz. Amerika’da ivy league de bir okulda okuyan canının istediği elle çatalı tutan çocuğun annesi de savunmada. ” Ne var canım bu nesil böyle işte” diyor. Vazgeçmiş veya önemsemiyor. Veya “havlu atmış”

Bir daha hiç görmeyeceğimiz, gelmeyeceğimiz yerlerde itina ile % 10 bahşişi hesaplıyor bırakıyor, enayi miyiz demiyor Teyze ve bir üst kuşak ailesi. Arkada iyi bir izlenim bırakmak önemli. Hatırlanmayacak bile olsalar bu onlar icin değerli.

Kendisine yapılanın, verilenin değerini bilen teşekkür eden bir nesil mi bu yeni nesil bilmiyorum. Sadece bu nesil de değil, eski nesilden de örnekler var elbette yukaridaki hikayedeki gibi. Yazsam sayfalar tutar. Siz paylaşın lütfen kendi olmazsa olmazlarınızı.

Ben herseyi biliyor muyum? Bilmediklerimi öğrenmeyi önemsiyorum. Pek de bilmediğim yok sanırım. Sağolsun annem babam öğretmişler ve yapmam için zorlamışlar iyi ki.

İngilizlerin bir sözü vardır, “gerçekten görgülü biri, yalnızken bile esnerken eli ile ağzını kapatandır.”

Esneklik ile kurallar hangisi derseniz kurallar beni cezbediyor; görgü kuralları, Hay Allah.

Ağustos 10, 2012 at 5:19 pm Yorum bırakın

Oyun Penceresinden Bakmak

Bir koçluk sorusu: İşiniz bir bilgisayar oyunu olsaydı nasıl olurdu?

-Bilgisayar oyunları çok kolay değildir, bununla birlikte çok zor da değildir. Tam dozunda olduğunda hem keyif alırsınız, hem de biraz zorlanırsınız. İşinizde neler Sizi zorluyor, bununla birlikte zorlandığınız için nelerden keyif alıyorsunuz?

– Oyuncuları bilgisayar ekranının karşısına saatlerce bağlayan sihri, işinize taşıdığınızda bütün bir gün ne yapabileceğinizi düşünüyorsunuz? Bu soruya verdiğiniz yanıt Sizin tutkunuz, güçlü yönleriniz için de güçlü bir ipucu olacaktır.

-Oyunda karşınıza çıkan sürpriz canları, yardımcı malzemeleri, ek süreleri, bonusları işinize yansıttığınızda, fark ettiğiniz “bonuslar” neler? Siz birlikte çalıştığınız arkadaşlarınız için ne sıklıkta/ hangi bonusları sunuyorsunuz? Onlar için de keyifli bir oyun yaratabileceğimizi bilmek de iyi bir şey.

-Oyunlarda rekabet vardır. Bilgisayarla, zamanla, daha önceki oyuncularla ya da her kiminle oynuyorsanız onunla. İşinizde kimlerle rakipsiniz? Bu rekabetten neler öğreniyorsunuz? Kendi içinizdeki rekabete baktığınızda potansiyelinizi yansıtmak, kendinizin en iyi hali olmak için neler yapıyorsunuz? Zaman ile aranız nasıl?

-Oyunlar adları üzerinde oyundur, sonunda ölüm yoktur. “Game over” yazısı sonrası en baştan tekrar başlayabilirsiniz. İşte aslında sadece iştir, kendisinden daha çok bir şeyler beklemediğimiz sürece:-) Sonunda da ölüm yoktur, her zaman baştan başlanabilir. Önceki puanlarımızı kaybetmiş olsak da, canlarımız yenilenmiştir en azından. En önemlisi nasıl oynayacağımızı, rekabet kurallarını öğrenmişizdir. Yeni bir tur, yeni bir şansa ne kadar hazırız?

Eğer kariyerinize bir de koçluk pencerisinden bakmak isterseniz, oyun metaforunu seveceksiniz:-)

Son söz: Şansınız bol olsun:-)

Mine Kobal Ok

Ağustos 9, 2012 at 11:20 am 1 yorum

Ruh Halini “Şahane” de Tutmak

Can Karaburçak/ 7 Ağustos

Ruh hallerimizin itina ile rengine, kokusuna, konusuna, tınısına göre tasnif edilerek saklandığı nefis  bir dolabımızın olduğunu varsaysak ve onlara dolabı açarak değil de, birşeyler yaparak ulaşabilsek; o hali açık konumuna o marifetle getirebilsek ne hoş olur değil mi? Örneğin güzel bir kahve kokusu bile bize başarılı olma halini getiriyorsa, ( bu arada başarılı olmanın tanımını sınırlarını, tarifini tamamen ben belirliyorum, bana göre başarı ne demekse o) diğer haller için de neleri hayal edebiliriz, neler yapabiliriz acaba?

İyimser ruh halimin örneğin bana başarı için ideal zemini oluşturduğunu düşünüyorum.Bu halimin ortaya çıkması da benim için çok kolay; kendimi bundan 40 sene sonra 90 yaşımda hayal ediyorum önce. Sonra bugün kafama taktığım şeylere o yaşımdan baktığımda, çoğunu hiç hatırlamayacak olduğumu farketmek,  anlamsızlığını hissetmek beni hemen iyimser yapıyor.

Harvard Business Review Blog Network’de çıkan bir makalede (Ten Reasons Winners Keep Winning, Aside from Skill)Rosabeth  Moss Kanter  becerinin ötesinde kazananları kazanmaya devam ettiren 10 neden üzerine yaptığı  araştırma sonucunu paylaşmış. Özellikle dikkatimi çeken maddeleri sizinle de ben paylaşmak istiyorum:

İyi “mood” taşımak.  İyi ruh halinde olmak,  Ruh hali bulaşıcı üstelik. Mutlu iseniz mutluluk yayıyorsunuz diyor, yoksa “toxic” yani zehirli bir ortamı herkese yapıştırıvermeniz işten bile değil. Benim ilavelerim ise; pozitife, elde olana konsantre olmak ve bunun tadını çıkartmak. İyimser olabilmek.

Geçen ayki seyahatim dönüşümde pek çok kişinin başına gelebildiği gibi benim de kredi kartımın kopyalanmış olduğu ortaya çıktı.  Kart limitim yetmediği için red olmuş, böylece  bu dolandırma eylemi de başarılı olamamış. İlk aklıma gelen düşünce  “Ne kadar  şanslıyım”oldu. Limitimin yetmemesi büyük şans diye düşündüm.

Evvelki haftalarda da buna benzer bir olay (negatif, tatsız)  sonrasında herşey kolayca hallolduğunda, ne kadar şanlıyım işler yolunda gitti demiştim. “Başıma neden bu olay geldi” ye konsantre olmuyorum. Olaylara böyle bakma alışkanlığına kendimi böyle baktıra baktıra geldim inanın. Kara bir bulut gelmek üzereyken hop gönderiyorum onu, ve işin “kısmetli” tarafına bakıyorum.

Öğrenmeye hevesli ve açık olmak; Başarı, detaylarda ustalaşmaktan gelir diyor yazıda.  Hatalarını duymaktan korkmadıklarını, bunun onları geliştirdiğini bildiklerini farketmiş. Sabırlı olmak da çok önemli detayları farketmek  için. Sabırsız iseniz siz de benim gibi, detayları öğrenmeyi atlayıp, uzun yoldan daha az tatmin edici bir sonuca ulaşabilirsiniz. Bilgisayarı, ipadi el yordamı ile kullan öğren metodu yerine, oku öğren ile keşfetmeye çalışsaydım hemen tüm özelliklerini kullanabiliyor olurdum.

Odaklanmak; işte burası çok değerli bir hatırlatma içeriyor. Kazananların hepsinin çok az dikkatinin dağıldığını bulmuş araştırmasında.

Herkesin birbirine saygısı ve pozitif kültürden geliyor oluşu başarıyı takım olarak destekliyor. Birbirini yücelten üyelerin takımları başarıya daha kolay ulaşırken, kaybedenelerin hep birbirini suçlayanlar ve kavga edenler olduğu bulgusu var. Sizin sadece yaptığınız hatalarınıza konsantre olan bir ekip ile nasıl başarılı olabilirsinizki? Geribildirimi/eleştiriyi değerli bir hediye olarak görmek bunun başarı şansını arttırdığını bilmek çok önemli bir algı.Geribildirimi hem hatalar için hem de oluşturulan,korunan değerler için de vermeliyiz ve almalıyız.

Bir arkadaşım geçen gün anlatıyordu; işyerinde o hafta herşeyi hızlıca, tek başına halletmiş bir iş arkadaşının çok önemsiz bir ihmali karşısında müdürün burun kıvırıp, “Ayşe olsaydı bunu böyle yapmazdı” demesi üzerine, o arkadaşına “Sen ona aldırma bu senin kusurun değil, onun kusuru; eğer sadece bunu görebiliyorsa yapılan tüm başarılı işlerin yanında ne berbat bir hayata bakışı var yazık diye onun için üzül bence” demiş.Doğru demiş.

Başkalarının gözüyle değil kendi gözümüzle kendimizi görebilmek,  o müdürün aksine başarılarımıza konsantre olmak başarıyı korumak için iyi bir yaklaşım bence.

Şimdi geriye yaslanın ve herbir olumlu ruh halinizi o dolaptan hangi marifet ile  çıkaracağınızı hayal edin, hem de tüm detayıyla:)

Ağustos 7, 2012 at 5:00 pm Yorum bırakın

My Fair Lady

“Kıbrıslı heykeltıraş Pygmalion kusursuz bir kadın heykeli yapmaya çalışır. Fildişinden yaptığı bu eser o kadar muhteşem olur ki, kendi serine aşık olur Pygmalion. Ama Galatea ismini verdiği heykel onun aşkına karşılık veremediğinden, o da da Venüs’e yalvarmaya başlar. Sonunda Venüs adamın dileğini yerine getirir ve Galatea ile Pygmalion birlikte çok mutlu bir hayat sürerler.”

Bu romantik mitolojik hikayeden pek etkilenen Bernard Shaw “Pygmalion” oyununu yazar. Daha sonraki yıllarda (1964) My Fair Lady adıyla sinemaya uyarlanan Audrey Hepburn’un başrolde oynadığı öykü hepimize tanıdık gelecektir.

“Profesör Higgins yağmurlu bir gecede Londra’da  opera çıkışında muzip, hırçın ve berbat bir aksanla argo konuşan çiçek satan Eliza Doolittle’a rastlar. Higgins kendisi gibi dil bilimci yakın arkadaşı ile bahse girer, bahis konusu çiçekçi  kızın bir hanımefendiye dönüşmesidir. Filmin unutulmayan cümlesi ise Eliza’nın profesörün arkadaşı ile arasında geçen konuşmada yer alır: “Bir hanımefendi ile çiçekçi kız arasındaki fark nasıl davrandıkları değil, onlara karşı nasıl davranıldığıdır. Profesör bana çiçekçi kız gibi davranıyor, ancak sen bana bir leydi olduğumu hissettiriyorsun.”

Düşüncelerimiz, davranışlarımız ve kaderimiz arasındaki ilişki de böyle çalışıyor. Kehanetler de kendilerini doğruluyor. Kendimizi neye inandırdığımız, nasıl hissettiğimiz, nasıl davrandığımızı ve sonuçları yaratıyor ( ya da sonuçları etkiliyor). Bununla birlikte çevremizdeki kişilere de nasıl davrandığımız onların sonuçlarını etkiliyor. Sevdiğimiz ve bize güvendiğini bildiğimiz öğretmenin dersinden daha yüksek not almanın tam olarak da nedeni bu. Biraz sorguladığımızda yumurta ve tavuk ilişkisine tabii ki çarpabiliriz. Aslında nereden bakarsak bakalım güven ilişkiyi ve sonuçları etkiliyor. Güvenimizi hangi anlarda ve ne şekilde ifade ediyoruz? Nasıl algılanıyoruz? İşte fark yaratacak ince alan da burası:-))

Soru: Kimlere bir çiçekçi kız, kimlere bir leydi gibi davranıyorsunuz? Sizin için değerli olan kişilere güveninizi nasıl ifade ediyorusunuz? Nasıl algılandığınızı düşünüyorsunuz? Ya da böyle algılandığınızı nereden biliyorsunuz?

Mine Kobal Ok

Ağustos 6, 2012 at 3:00 pm Yorum bırakın

Older Posts


Yeni gönderimlerden haberdar olmak için e-posta adresiniz

Diğer 86 aboneye katılın