Archive for Aralık, 2012

Yazmak İyi Bir Şey

moleskineBaşınızdan sarsıcı bir olay geçti, Sizi çok öfkelendiren ve öfkelendirmeye de devam eden bir sahnede başrolü canlandırdınız, ya da “eyvah, dünya yanıyor hepimiz öleceğiz” paniği içindesiniz… (En abartılı ifadeleri kullanmak istedim, elimden gelen bu)

Size sunulan iki seçenek var, birincisi konuşarak içinde bulunduğunuz durumu anlatmak, diğeri ise kağıt ve kalem ile baş başa kalıp yazmak. Hangisini tercih ederdiniz? Yapılan çalışmalar konuşup rahatlamanın daha çok tercih edilen seçenek olmakla birlikte, kişinin psikolojik ve fiziksel sağlık düzeyine olumlu yansıyan seçeneğin yazmak olduğunda hemfikir.

Yazmak ve konuşmak arasındaki yedi farkı bulabilir miyiz?

-Konuşmak genellikle belirli bir yapıdan yoksun olarak ilerler. Çağrışımlar iyi çalışır ve bir yerlere atlanır, dallar ve budaklar ile birlikte konu karmaşıklaşabilir.

-Konuşma aynı özne ya da nesne etrafında dönüp durabilir de.

-Konuşma bir yere varabilir de varmaya bilir de, kısmet:-)

-Yazmak, kimse okumayacak olsa bile kişiye sorumluluk yükler.

-Yazarken bir mantık izlemek zorunda hissederiz kendimizi. Giriş, gelişme ve sonuç yapısını bir şekilde izleriz.

-Neden sonuç ilişkisi kurmak, hayali bir okuyucu gözüyle bakmak bizi biraz daha nesnel ya da daha da iyisi çözüm odaklı yapar.

-Yazdıklarımızı çoğu zaman okuruz, bir yerlerini keser, kopyalar yapıştırır ya da sileriz. Böylece gözden geçirmiş oluruz.

-Söz uçar, yazı ise kalır.

Yeni Yıl Önerisi

:59 Saniye kitabında Richard Wiseman yazmanın sihrini yaşamak için haftanın beş günün için hoş bir günlük önerisi yapıyor.

Pazartesi: Geçtiğiniz haftayı gözden geçirdiğinizde hayatınızda “minnet” duyduğunuz neler var?

Salı: Geçtiğimiz haftanın “müthiş anları” nelerdi?

Çarşamba: Geleceğe yönelik Sizi gülümseten cümleleriniz neler?

Perşembe: “Sevgili … benim için çok değerlisin, çünkü …..”

Cuma: Geçen haftanın durum değerlendirmesi

Hafta sonunu önerisi de benden:-)

Cumartesi: Bu haftayı anlatan bir obje, bir şarkı, bir renk olsa ne olurdu? Yazmanın devamında boya kalemlerini de davet edebilirsiniz.

Pazar: An itibarıyla duygunuzu nasıl tanımlarsınız? Nasıl resmedersiniz?

Kendime not: Şu ana kadar Mayıs ayını ajandada göremeyen ben, bu yıl pek iddialı başlıyorum:-)

Çok mutlu anlarla dolup taşan ajandalarımız olsun bu yıl:-)

 

Mine Kobal Ok, ACC

Aralık 29, 2012 at 9:41 pm Yorum bırakın

Nefis Bir Yeni Yıl Olsun

Slide1

2013 için sorular:

“ 2012 de yaptığım ve beni mutlu eden neleri yapmaya devam edeceğim?

*2012 de hayatımda olmayan ve olsun istediğim neleri 2013 de elde etmeye çalışacağım?

* 2012 de deneyimlediğim artık deneyimlemek istemediğim neleri geride bırakacağım?

Aralık 29, 2012 at 8:28 am Yorum bırakın

Bu Duyguların Sebebi Kim?

Cause-EffectUçakta anne üç yaşındaki kızını iniş sırasında kemerini bağlaması için ikna etmeye çalışıyordu: “Lütfen koltuğuna otur. Bak anneni ne kadar üzüyorsun.”

Ya da işten eve yorgun gelen baba beş yaşındaki oğluna bu kadar gürültülü koşturmamasını söylüyor: “Oğlum bak baba çok yorgun. Bu kadar gürültü yapıp beni ne kadar sinirlendiriyorsun.”

Coğrafya sınavından sürpriz yapıp 10 alan oğluna annesi ne kadar mutlu olduğunu anlatıyor: “Oğlum beni ne kadar mutlu ettin.”

Bu cümleler tanıdık geliyor mu Size? Üç cümlede de anne ya da babanın duygularının sebebi çocuklar. Kötü bir şeyler yaptıklarında kızdırıyorlar, iyi bir şeyler yaptıklarında ise sevindiriyorlar. Bu cümlelerin devamında çocuklara verilen mesajların neler olabileceğini düşündüğümüzde neler söyleyebiliriz?

-Ben annemi ya da babamı sevindirip, üzebiliyorsam eğer başkaları da benim duygularımı etkileyebilir. Dolayısıyla duygularımın sebepleri dışarıda bir yerde.

-Duygularımın ve devamında belki de davranışlarımın sorumluluğu da pek ben de olmayabilir.

Bu varsayımı kabul ettiğimizde bizi mutlu eden veya kızdıran her ne varsa tüm sorumluğu yükleyebileceğimiz olaylar, insanlar ve sahneler yaratabiliriz. Peki bu durum ne kadar gerçek?

Tüm duygularımızın sorumluluğu tamamen bize ait nokta der sevgili bilim insanları. Çevremizde ne oluyorsa ve biz bu olanları nasıl algılıyorsak duygularımızı bu yönde şekillendiriyoruz. Sorumluluk tamamen bizde, çünkü tüm duygular bizim düşüncelerimizin kimyasal bir reaksiyonu sonucu var oluyorlar. Her ne düşünmeyi seçersek, duygumuzu da seçmiş oluyoruz ve devamında davranışımız da duygumuzu izliyor. Tüm hissettiklerimizin sebebi biziz. Değer verdiğimiz için çocuklar, yakın arkadaşlar, güvendiğimiz insanlar bizi üzebiliyor ya da mutlu edebiliyor.

Aynı üç cümleyi daha farklı nasıl söylenebilir bu durumda? Buyurun aşağıda hazır yazılmışı var:-)

-Koltuğa oturmamana üzülüyorum.

-Bu kadar bağırmana sinirleniyorum.

-Sınavdan 10 almana çok sevindim.

Nasıl geldi? Yine duygular aynı, bu kez anne ve babanın seçimi olan duygulardan bahsediyoruz. Duygularımızın sorumluluğunu aldığımızda değişim için de çaba harcayama “evet” diyebiliyoruz. Kurban dramasını oynamak yerine bir şeyler için çaba harcamayı seçebiliyoruz.

Daha da güzeli duyguların sorumluluğunu alan çocuklar yaratabiliyoruz. Hepimize kolay gelsin:-)

Mine Kobal Ok, ACC

Aralık 26, 2012 at 4:47 pm 3 yorum

Eyvah! Okulum bitti, peki şimdi hangi işe başvurmalıyım, hangi kariyeri seçmeliyim?

 

Can Karaburçak/22.12.12

Sanki tüm hayatım boyunca yanlış melodiyle dans etmiş gibiyim.(Nietzsche)

 images-1Sorularım:

Neyi yaparken coşuyorsun?

Neyi tutku ile yapmayı seviyorsun?

Olmakta mı işin tutku kısmı, yoksa yapmakta mı? 

Örneğin; başarılı olmak mı tutkunuz, yoksa başarılı olmanızı sağlayan şeyi yapmak mı?

Bunu farkettiğiniz an sadece kariyerinizi değil yaşamınızı da seçmiş oluyorsunuz.

Nietzsche’yi seviyorum;

“Öyle bir yaşam seç ki, defalarca yaşasan hiç bıkmayacağın olanından olsun.”

Tüm  koçluklarım gibi kariyer koçuluğunu da bütünsel yaklaşım üzerine yapılandırıyorum.  Yaşam bir bütün zira, şimdiki seçimlerimiz geleceğimizi doğuruyor.

Merve nefis bir genç kız. Pratik  bir zekası, güzel bir görüntüsü, onun ötesinde enfes bir kendini ifade edebilme becerisi var.

“Okul bitiyor, teyze ne yapacağım, nasıl bir işe başvuracağım, beni tam olarak ne mutlu edecek, ne istiyorum hiç bilmiyorum  lütfen bana yardım et” isteği üzerine konuşuyoruz.

Soruyorum:

*Neyi yaparken coşuyorsun?

*Neyi tutku ile yapmayı seviyorsun?

*İnsanların seni hayranlıkla seyrettiği, dinlediği, senin de kendini çoğaltarak var olduğun o sihirli anlarda sende neler oluyor?

*Coştuğun anlarda, tam olarak orada ne yapıyorsun?

*Dışarıdan sana baklıdığında nasıl gözüküyorsun ; gözlerin, sesin, beden dilin  nasıl?

*O anları yaşarken sen tam olarak kimsin?

*Bu anlar senin için neden değerli?

*Bu özel anları yaratmana neden olan sana has becerilerin neler?

*Hangi alanlarda/ortamlarda bu eşsiz keyfi deneyimliyorsun?

*Okulda nasıl deneyimliyorsun?

*Sosyal ortamında nasıl?

*Bugün 2023 senesindeyiz varsayalım. 10 yıl sonrasında tam da istediğin kariyeri yapıyorsun. O meslek her ne ise, hangisi olduğu önemli değil, insanlara işin ile ilgili neler anlatırken duyuyorsun kendini?

*Bu işinde bana anlattığın tüm o özel becerilerinden hangilerini en çok kullanıyorsun?

*İşini yaparken seni onda tutan “tutkun” ne?

Bir şey’den hoşlanmaktan söz edilir, aslında doğrusu; bu şey aracılığıyla kendinden hoşlanmaktır. (Nietzsche)

*Tekrar tekrar dünyaya gelsen, hep yapmaktan vazgeçmeyeceğin hangi parçası var bu kariyerin?

* Bu parçayı bulabileceğin hangi kariyer imkanları var?

Tutkunu keşfet, yaşam stilini seç; doğru kariyer önüne uzansın.

 

Kendi dansetmek istediğiniz melodiyi bulmanız/bestelemeniz dileğiyle nefis bir yeni yaşam diliyorum. Hazır 21.12.12 yi atlatıp, tekrar yaşama şansını bulmuşken 🙂

music-notes

 

Aralık 22, 2012 at 4:04 pm Yorum bırakın

Çocukça Sorular Sormak

çocukYaklaşık bir sene sonra Eren “Neden” diye başlayan müthiş sorular sormaya başlayacak.

-Neden gökyüzü mavi?

-Neden çiçek pembe?

Şahane yanıtlar verecek, nefis saptamalar ve genellemeler yapacak.

Ben de bir aksilik olmazsa tüm anneler gibi bu çocuk(lar) ne kadar zeki, nasıl zorluyor, ne diyeceğimi bilemiyorum diyerek tatlı tatlı gururlanacağım.

Peki biz yetişkinler neler soruyoruz? Neleri merak ediyoruz?

-Neden böyle yaptı?

-Ne demek istedi?

-Nasıl böyle davranabilir? gibi soru görünümlü kendimizi nasıl haklı çıkarabiliriz cümleleri kuruyoruz. Ya da daha spor/ siyasi/ ekonomik içeriği olan sorularımız oluyor. Ya da yaşamın, varoluşun anlamını sorularla çözmeye çalışıyoruz.

Peki çocuk sorularımızı ne zaman unuttuk? İçinde gerçek merak olan neşeli sorularımızın başına neler geldi?

Yanıt: Duvarların ardında kaldılar. Oraları tehlikeli alanlar oldu. Biz ise sevgili kurallarımızla birlikle güvenli konfor alanımızda kalmayı tercih ettik. Tıpkı aynı hayatı yaşadığımız diğer “normal” insanlar gibi kendi Truman showumuzu yaratıyoruz. Duvarların ardında ne olduğunu unuttuğumuzda bu yan mutlu bile olabiliyoruz.

Çocukların kendileri ile ilgili bile hiç bir özgürlükleri yokken, inisiyatif alabilecekleri hiç bir yetkinlikleri yokken inatla cesur sorular soruyorlar. Bir şeyleri değiştiriyorlar, bir şeyler öğreniyorlar. Yetişkinler ise o kadar geniş karar alma/ değişimi başlatma/ uygulama becerilerine sahipken hepsini yok sayıp sadece tüketmeyi seçebiliyor. Çünkü yetişkinlerin sorumlulukları var. Sorumluluklarla birlikte neler yapılabileceğini tekrar sorduğumuzda, gerçekten sorduğumuzda, o kadar şaşırabiliyoruz ki.

Soru: Eğer çocuklar da bir yetişkin gibi davransaydı, ne olurdu ya da ne olmazdı?

Çocuklar bizden çok daha özgürler ancak bunu bilmiyorlar. Biz yetişkin olduğumuzda, yapabilir olduğumuzda özgürlüğümüzü kaybetmeye başlıyoruz, hem de bilmeden.

Son soru: Şimdi bir yetişkin olarak  çocukça neleri merak ediyorsunuz?

Mine Kobal Ok, ACC

Aralık 15, 2012 at 7:35 am Yorum bırakın

Bir Ömür Mutluluk; Paket Olsun Lütfen

Can Karaburçak

Bir Ömür Mutluluk; Paket Olsun Lütfen

 (Kitabıma küçük bir  göndermedir.)

 

 imagesBir ömür mutluluk  diye birşey var mı?

Henüz ömrümü tamamlamadım şükür, ancak kesintisiz bir mutluluk  deneyimim de olmadı.  Evet hep aradım ve öyle olabilmeyı umdum. Yakaladığım zamanlar da oldu, ancak sürdüremedim; itiraf ediyorum.

Genç bir kızken, özellikle yaz tatillerinde zamanımı istediğim gibi “harcama” lüksüne de sahipken; kaybetme, başarısız olma, yanlış karar alma, olmayacak birine aşık olma gibi korkularım yoktu. Herşey eğlenceydi ve herşeyi geri sarmak, yeniden sıfırdan başlamak daha fazla mümkündü.

Peki bu arada ne oldu? Toplum beni kuralları ile sınırladı mı? Sanırım evet.  çünkü ben onların çoğu kuralını kabul ettim ve içselleştirdim. Bu da benim pek çok alanda vizyonumu ve spontanlığımı köreltti.

Geçen gün Bebek’ten Rumelhisar’ına yürürken o şahane manzaralı binalara baktım. Orada yaşayanların mutlu ve şanslı bir azınlık olduğunu düşünürüm hep. Onlar peki herşeye rağmen sadece burada oldukları için daha mutlular mı? Cevabı tahmin edebiliyorum.

Bazılarımız genetik olarak mutlu doğuyoruz. Eğer siz de benim gibi o şanslılardan değilseniz ve sadece bazı dönemler mutluluğu yakalıyorsanız, o zaman onu en sevdiğiniz yemeği yer gibi yavaş yavaş, tadına vara vara, sindire sindire yemenizi tavsiye ederim.

Ben hayatı uzun bir yol olarak algılayanlardanım. Herseyin otomatige bağlandığı bugünlerde artık vitesli hayatı tercih ediyorum. Seçtiğim hıza göre doğru vitese geçmenin tadına varmak gibisi yok. Hüner, hayatı da araba gibi bağırtmamakta, ağlatmamakta. Bazen benzinim azaldığından, bazen de sessiz kalmak istediğimden tabii ki vitesi arada boşa alıyorum.

Ara duraklardan yeni bir paket mutluluk almak mümkün artık benim için. Onu da tadına vara vara tüketmek, bir sonraki yolda yeniden alabileceğimi bilmek gibisi yok. Bir ömür mutluluk ancak böyle mümkün benim açımdan. Kesintisiz olanından imal edilmiyor sanırım. İlla ki eskiyor, yenisi gerekiyor veya tazelenmesi.

Bir ömür olacak diye aradığım mutluluk yerine artık yolda gözüme kestirdiğim durakta durup;

“Ver bir mutluluk daha, paket olsun” diyorum ve fonda çalan Chris Rea’nın muhteşem şarkısını sözlerini değiştirerek söylüyorum; “A Road to Heaven”.

Aralık 9, 2012 at 9:33 pm Yorum bırakın

Life Time Happiness; Make It To Go Please

Can Karaburcak-9.12.12

Can one be happy for a lifetime?

images

This is not what I have experienced till now. Although I have searched and hoped to be happy in most of the time, it was really not possible for me to sustain.

As a teenager, I was able to  “consume” my time as I like during most of the summer vacations. Back  then I had no fear to lose, to make a wrong decision, or to fall in love, even with an inappropriate guy. Everything was fun and could be “reset”.

What happened in between? Got ruled out by society? Yes, only because I wanted to.  I bought and  internalized their ideas that restricted my vision and spontaneity.

As I was walking by the glamorous  Bosphorus  the other morning at 7.00 am, I checked out the great buildings along the seaside. No one yet was awake in most of the apartments. They are few of the blessed citizens for they live in such a district in İstanbul. I wonder if they still enjoy their  perfect view and are aware of this privilege. Are they happy against all odds? I can only guess the answer.

Some people are birth given happy. If you are not one of them, then you know that you experience happiness only during some intervals of your life. It is wise that you should get the most out of it as if you are having your best meal. You should eat it with small bites, swallow it slowly and enjoy the whole meal as you take your time.

For me, as I sense life as a road to ride; I prefer to ride my car  at the right gear.

There are times I let go of the gear and still enjoy the speed and the course. I fuel up happiness when it lacks and go along the journey until I consume it all over again. I get into a drive and simply ask for any happiness  for the next stage of the road. The quality and the quantity may differ, it is all acceptable.  There is no such thing like  “Life time happiness” to buy. It is not even produced.

When I get my   “new set of happiness to go”   I am always ready to sing along with Chris Rea  as change his lyrics to “Road To Heaven”.

Aralık 8, 2012 at 11:05 pm Yorum bırakın

Yeni Bir Merhaba

images-1Tüm sebep cümleleri internete mi çıkıyor bilmiyorum. İnternet hayatımıza girdiğinden bu yana mı bu kadar hızlandık? Ya da bizim hayatlarımız facebook, twitter ile internete girdiğinden bu yana mı? Ne zaman bu kadar tüketmeye bayılır olduk, ne zaman bu kadar oburlaştık onu da bilmiyorum. Bugünlerde merak ettiğim şu, bu kadar oburlaşma ile birlikte taraf olmak da beraber mi geliyor? İki seçenekli bir hayatımız oluyor. Tüm tercihlerimizi ikisinden birini tıklayarak yapabiliyoruz.

Ya iyi ya da kötü

Ya doğru ya da yanlış

Ya çok seviyoruz, ya da nefret ediyoruz

Ya kadınız ya da erkek

Ya yaşıyoruz ya da ölüyoruz

A noktasından B noktasına geçiyoruz, tarafımızı seçiyoruz. Yoksa en kötüsü başımıza gelecek ve bertaraf olacağız.

Peki bir de C noktası olsa resmin bir yerinde, o zaman ne olurdu? A’dan B’ye vardığımızda yolculuk bitmese, köşeyi döndükten sonra C ile tanışsak ne olurdu? Sadece bir çizgi yerine, bir alanımız olsa nasıl olurdu? Benim gibi ya da benim gibi değil demenin ötesinde cümlelerimiz olsa nasıl olurdu?

İyinin içindeki kötü, kötünün içindeki iyiye merhaba desek

Doğrunun içindeki yanlışa yanlışın içindeki doğruya merhaba desek

Sevginin içindeki nefrete nefretin içindeki sevgiye merhaba desek

Kadının içindeki erkeğe erkeğin içindeki kadına merhaba desek

Yaşamın içindeki ölüme ölümün içindeki yaşama merhaba desek

Yeni yılda yeni merhabalar istiyorum:-)

 

Mine Kobal Ok, ACC

Aralık 8, 2012 at 7:41 am Yorum bırakın

Sıradan Cesaret

UntitledCesaret dendiğinde aklınıza neler geliyor?

Sıra dışı kahramanlar mı? Tüm yokluklara ve açmazlara rağmen mevcut rutini terk edip yola çıkan, asla yılmayan ve zafere ulaşan kahramanlar mı?

Herkes daha cesur olmak ister. Kahraman olmak da cazip bir teklif. Birilerinin Sizi kahramanı olarak görmesi de tabii ki çok hoş. Bununla birlikte “daha cesur” olmanın, üzerinde uyumadan ölçmeden biçmeden, “hadi” gazıyla radikal kararlar almaktan ve bir dolu riske istemeden de olsa merhaba demekten daha farklı bir anlam taşıması gerektiğine inanıyorum.

Cesaret sözcüğünün (courage) kelime kökü Latince kalp anlamına gelen “cor”’dan geliyor. Eski dönemde cesaret “kalpten geleni söyleyebilmek” anlamında kullanılırken, zaman içerisinde kahramanlığa yakın bir kıvama geldiğini görüyoruz. Bu bilginin devamında Dr. Brene Brown’un blogunda “sıradan cesaret” ifadesi ile karşılaşınca “Cesareti günlük yaşama nasıl davet edebiliriz?” sorusu bu yazının da konusu oldu.

Kalpten geleni söyleyebilmek için önce kalbimizin ne dediğini duyabiliyor muyuz sorusunu sormak istiyorum. Kalbimizi dinlemek, romantik bir sahnede rol almaktan farklı bir anlam taşıyacaktır. Mükemmeliyetçilikten biraz uzak da olsa sahici olmak, tüm değerlerimizi yansıtmak ve tutarlı olarak bunu yapmak. Başarısız olduğumuzda, hüsrana uğradığımızda, düştüğümüzde bunu söyleyebilmek, yüksek sesle söyleyebilmek… Özür dilerim benim hatam diyebilmek… Yardım isteyebilmek, Senin yardımına ya da beni dinlemene ihtiyacım var diyebilmek… Tüm bunlar sıradan ve çok cesur sahneler:-)

-Sizin cesaretinizde hangi renkler var?

-Sizin cesaretinizin tadı nasıl? Peki nasıl bir formu var?

-Sizin cesaretinizin dokusu nasıl?

-Sizin için cesaret/ sıradan cesaret ne demek?

-Daha sahici olmak Sizin için ne anlama geliyor?

 

-Kalbinizin sesini dinlediğinizde ne duyuyorsunuz?

-Günlük yaşama cesareti nasıl davet edebilirsiniz?

Sıradan cesareti daha fazla deneyimledikçe, çevremizde gördüğümüz cesur insanların da sayısının artacağını düşünüyorum. Cesur oldukça, herkesi de cesarete davet ediyoruz aslında.

 

Son not: Eren’den ne öğrendim?

-Yürümeyi öğrenmenin ne kadar cesaret ve emek isteyen bir beceri olduğunu

-Sevindiğini, üzüldüğünü ya da bir şeyler istediğini dolaysız ifade edebildiğini

-Ne kadar sahici olunabileceğini

-Sevgisini göstermek ve sevgi istemek için ne kadar cesur olunabileceğini

 

Sıradan cesaret dolu bir hafta sonu olsun hepimiz için:-)

 

Mine Kobal Ok, ACC

 

Aralık 1, 2012 at 7:38 am 2 yorum


Yeni gönderimlerden haberdar olmak için e-posta adresiniz

Diğer 86 aboneye katılın