Archive for Eylül, 2012

Sürüngen Beynimi Özledim:))

Yıllar evvel Osmanlı Bankasında çalışırken iletişim ile ilgili bir seminere katılmıştım. Taksim Şubesi’ne müdür olarak atanmıştım. O şube çok prestijli ve genellikle yıllarca hizmet vermiş müdürlere emekli olmalarından önce ödül gibi sunulan bir şubeydi. Bense genceciktim. Henüz 33 yaşındaydım. Yine eşimden ayrılıyorken profesyonel başarıyı kucaklıyordum. Bir yandan yeni bir sorumluluğu üstlenmenin heyecanı diğer yandan da kimin kimi bıraktığından bağımsız ” özel hayattaki başarısızlık” hissi, yeni alışkanlıklara doğru çıkılan yolculuğun o iç sancısı.

İşte tam bu sırada Ergun Zoga’nin verdigi eğitim bana ilaç gibi gelmişti. Tüm duygularımızın esasen bedenimize salgılattığımız sıvılardan, yani kimyasallardan, hormonlardan oluştuğunun altını çizmişti. Tıpkı Schopenhauer’in aşkı bir hastalık olarak tanımlaması gibi, o da dinlediğimiz müziğin etkisi ile düşüncelerimizi farklı seçebildigimizi ve bu düşünceden yola çıkarak tüm duygularımızın oluştuğunu vbunu da davranışlarımıza yansıttığımızı. Karadeniz havası olmasına rağmen müziğin tanısından hüznü seçebileceğimizi, arabesk müziğin kesinlikle bilek kesmeye kadar götürebileceğini, neşeli bir müziğin ise bizi mutlu ettiğini zira mutlu anları hatırlattığını, mutlu düşünceleri seçtiğimizi. İşte bu tam zamanında gelen bilgi sayesinde evde ve arabada en azından bana mutlu şeyleri çağrıştıracak müzikleri seçerek ayrılma travmasını hafif atlamıştım.

Bugün artık çok iyi biliyoruz ki beynimize emri veren olarak herşeyden biz sorumluyuz esasında.E peki o zaman ne akla hizmet “moody” oluyoruz da hem kendimize hem de çevremizdekilere acı çektiriyoruz.Bunu farkederek veya etmeyerek biz seçiyoruz da ondan. Buyrun beynimize bakalım, nasıl işliyor:)

Yaklaşık 100 milyon yıl önce canlılarda sürüngen beyin oluşuyor. Burada savaş ya da kaç ikilemine yanıt bulunuyor. Tamamen yaşamsal alanda kendi varlığını korumaya yönelik bir sistem. Ondan 50 yıl sonra ise limbik sistem oluşuyor. Burada aidiyet, şimdi ve geçmiş bilgiler var. Kararlarımızı bu sistem ile alıyoruz ancak ya evet ya hayır kararlarımız, ara çözüm yok. Olumlu, olumsuz herşey burada tutuluyor. Aileler, gruplar bu sistemin devreye girmesiyle oluşuyor. Hayvanlar ile anlaşmamız da bu sistem sayesinde. Aynılık sistemi. Sadece (göreceli olarak elbette) 2,5 milyon yıl önce ise neokorteks sistem oluşuyor. İşte bu sistem sayesinde tüm alternatif fikirlere ulaşabiliyoruz. 16 trilyon nörolojik yol var burada, bu yollar sayesinde limbik sistemde alacağımız kararların seçeneğini evet-hayır kısıtından kurtarabiliyoruz.Bu sistem olumsuzu algilamiyor. “Hayalkırıklığına uğrama sakın Can” dediğimde kendimin hayalkırıklığına uğramış halini tamamen var ediyor, bedenimde bana bu hissi uyandıran tüm kimyasalları salgılatarak tam da olma dediğimi olduruyor.

Düşünceyi seç dünyan değişsin çok doğru bir yaklaşım.
Bununla birlikte limbik sistem o kadar uzun yıllardır sürüngen sistem ile birarada ve mutlu mutlu işliyor ki neokorteks sistemi kullanabilmek için istekli, çok istekli ve kararlı olmak gerekiyor. Tüm seçeneklere rağmen hiç de bizi taşıdığı sonucun iyi olmayacağını göre göre, bile bile olmadık bir karar alabiliyoruz. Suçlusu alışageldigimiz rahat ettigimiz limbik sistemimiz. Schopenhauer bir erkeğin kadına olan ilgisini tamamen neslini sürdürmek dürtüsüne veriyor ve o dürtü yüzünden dişisinin peşine düştüğünü, işi bitince de çekip gitmek istediğini söylüyor. Aşk zaten sürüngen sistemde oluşuyor. Tamamen tepkisel, anlık. Gerçekten hastalık halı, iyi ki de uzun sürmüyor. Geçiyor olması bundan:)) o da sürüngen sistemin kendini yaşamaya kodlamasından sanırım. Uzatmak mümkün mü? Elbette mümkün, nasıl mümkün; neokorteks sistemde mutlu, olumlu düşünceyi seçerek mümkün. Her ne kadar limbik sistem sürekli olumsuz olayları, başa gelen mutsuz ilişkileri, sonları hatırlatsa da bu defa neokorteks sistemde kalmaya üstün gayret ederek, umut etmek ve farklı bir yol izlemek mümkün.

Ama bu akşam Leonard Cohen konserinde limbik sistemde kalacak olmaktan mutluyum. Hatta bir sürpriz yapıp sürüngen sistemim devreye girse ne hoş olur:))))

Eylül 20, 2012 at 12:29 pm 3 yorum

Dünya Gazetesinde Coaching House Röportajı

İngilizce Eğitimlerle Müşteri Portföyümüzü Genişletiyoruz

“Koçluk yaklaşımıyla seminerler düzenleyen ve aynı zamanda grup ve birebir koçluk çalışmaları da gerçekleştiren Coaching House, Türkiye genelinde her şehirde seminerler, konuşmalar ve koçluk çalışmaları gerçekleştirebiliyor.

Ağırlıklı olarak finans, bilişim teknolojileri, ilaç ve hızlı tüketim sektörlerinde faaliyet gösteren firmalarla çalıştıklarını söyleyen Coaching House kurucu ortağı Mine Kobal Ok, tüm programlarını Türkçe’nin yanısıra İngilizce de gerçekleştirebildiklerini dile getirdi. Bu sayede müşteri portföylerine yurtdışından isimler ekleyebildiklerini vurgulayan Ok, gelen talepler doğrultusunda Türkiye dışında seminer ve koçluk hizmetleri sunabildiklerinin altını çizdi. Geçen yıl ağırlıklı olarak çalışma gruplarının birbirlerini daha iyi tanımalarına, güçlü yönlerini ve değerlerini keşfetmelerine yönelik koçluk programları gerçekleştirdiklerine değinen Ok, ayrıca yurtdışından Advance Marketing ile yaptıkları işbirliği ile bilişim sektörüne özel programlar geliştirdiklerini kaydetti. 2012 yılı sonu itibarıyla mevcut müşterileriyle daha fazla başarı hikayeleri yaratarak derinleşmeyi hedeflediklerinin bilgisini veren Ok, “Her programı kurumun, hatta spesifik katılımcı grubunun ihtiyacına göre tasarlıyoruz, dolayısıyla öncesinde yoğun bir ev ödevi süreci çalışıyor. Yetişkinlerin deneyimler yoluyla öğrendiklerini biliyoruz, bu nedenle de programlarımızda “oyunlar” tasarlayarak çok yünlü bir bilgi/ deneyim paylaşımı için alan yaratıyoruz. Katılımcıların kendi doğrularını kendilerinin keşfetmesine yardımcı olacak, yüzleşme sahneleri yaratacak koçluk araç ve süreçlerini kullanıyoruz. Böylece her program farklı bir yolculuğa dönüşüyor.” dedi.

Eylül 13, 2012 at 6:04 pm 1 yorum

YolunAçık

Jung ortak bilincimizde arketipleri paylaştığımızı söyler. Masallarda, efsanelerde, hatta rüyalarda arketiplerimiz ile karşılaşırız. “Yine sıradan bir gündü…” cümlesiyle başlayan romanların ilk sayfalarında “yeniden doğuş” arketipi esas oğlanı/kızı bir yolculuğa çıkarmak ya da ona yolculukta eşlik etmek üzere hazırdır. Yolculukların sonunda ise kahramanlar yine başladıkları yere dönerler, tüm oyun kurguları böyle tasarlanmıştır çünkü.

Önce yola çıkmanın cazibesi ile hikaye başlar, dayanılmaz merak/ heyecan sonunda yolculuk kararına dönüşür. Geri dönüşü olmayan bir yolculuk kararı… Neo beyaz tavşan ile karşılaştıktan sonra yola çıkmak zorundaydı. Aynı zorlu başlangıç kararı Frodo, Luke Skywalker, Pinokyo ya da Keloğlan için de geçerliydi. Çünkü kahraman hikayenin sonunda başladığı yere döneceğini çok iyi bilse de,  asla aynı kişi olmayacağını da biliyordur. Belki de bu nedenden dolayı bazen yola çıkma kararı yolculuğun kendisinden daha zor bile olabilir.

Atalar sözü sayılır mı bilmiyorum ama “Birini tanımak istiyorsan onunla yolculuğa çıkmalısın.” deriz. Cümledeki biri kendimiz olduğunda ise koçluğun çalışma alanı başlıyor.

-Yola çıkmak benim için ne anlama geliyor?

-Yola çıkmak için neye ihtiyacım var?

-Nasıl bir yolculuk hayal ediyorum?

-Döndüğümde beni neler/ kimler karşılayacak?

-Peki ya sonra…

“YolaÇıkmak” için “YolunAçık” olduğunu fark edebildiğimizde her ne varsa içimizde ya da dışımızda bir şekilde dengeye kavuşuyor. Yoluculuk için cesaretimizle karşılaşıyoruz. Ve yolaÇıkıyoruz:-)

Mine Kobal Ok

Eylül 11, 2012 at 6:42 pm Yorum bırakın

Sistem, Davranışlar, Oyun ve Koçluk

Oyunda üç taraf var, birincisi Perakendeci, diğeri Toptancı ve üçüncüsü bira fabrikasındaki pazarlama müdürü. Oyunda müşteri talepleri, devamında perakende satış noktasından toptancıya iletilen talepler, toptancının stok devir hızı, fabrikanın üretim kararları ve satış döngüsü canlandırılıyor. Bir kaç dönem canlandırması sonrasında perakendeci önce artan sonra düşen talepleri yönetmemekten şikayet ederken, stok ve yok satmanın alternatif maliyetinden şikayet etmektedir. Toptancı için de benzer bir hikaye söz konusudur. Göreve yeni başlayan hevesli pazarlama müdürü ilk dönemlerde artan talep karşında “pek başarılıyım” derken biraz sonra “eyvah satamıyoruz” demeye başlamaktadır. Her bir oyuncuya bağımsız olarak sorulduğunda suçlu; talepleri öngörülemeyen müşteri, doğru hizmet sağlayamayan toptancı ya da üretim hattındaki birileri olmaktadır.

Oyundan gerçek hayata geçtiğimizde, alınan kararlar ve devamında yüzleştiğimiz sonuçlar istediğimiz gibi olmadığında aktif bir “günah keçisi” arayışı hiç birimiz için yeni bir haber değil.

Beşinci Disiplinin yazarı Peter Senge bu durumu bütünsel bir bakış ile değerlendiriyor. Adı “Öğrenen Organizasyonlar” kavramı ile tanıdık gelen Senge 1990 yılında yazdığı kitapta davranışların içinde bulunulan ortam ile değerlendirilmesi gerektiğini söylemektedir. Dolayısıyla oyuna döndüğümüzde sisteme bütün olarak bakılması gerektiğini ve iletişimin nasıl çalıştığının incelenmesi gerektiğini anlatır. İçinde bulunduğumuz sistem, davranışları etkiler nokta. Oyuncular arasında iletişimin doğru çalışması ile iş sonuçları da aynı paralelde karlı olmaya başlayacaktır. Buradaki kritik alan sadece iki oyuncu arasındaki iletişim değil, bütün olarak sistemin sağlıklı çalışmasıdır.

İşte tam bu noktada koçluk görüşmelerinde ya da seminerlerde davranış tarzlarına/ iletişim kazalarına dair kocaman, köşeli cümleler kurarken bir daha ve bir daha düşünmek gerekiyor. Ya da hiç kocaman köşeli cümle kurmamak. Kişilerin içinde bulundukları sistemi tam anlamadan, ya da onların tüm açılardan değerlendirme yapabilecekleri bir alan yaratmadan çözüm geliştirmeye çalışmak yeni “günah keçilerine” davetiye çıkartmak olacaktır. Koçlukta ustalık güçlü soruları sorabilmek, değerleri satır aralarında okuyabilmek, büyük resim için alan yaratmak ve tüm bunları yaparken de orada olmamak anlamına geliyor. O yüzden sürekli öğrenci olmak o kadar değerli ki:-)

Meraklısına Not:  MIT MBA programında oynatılan bira oyununu oynamak isterseniz http://beergame.masystem.se

Mine Kobal Ok

Eylül 5, 2012 at 6:30 pm Yorum bırakın

En Altta Yatan Değere Ulaşmak

Can Karaburçak/1 Eylül 2012

Son 5 senedir yavaş yavaş ve sağlam sağlam bedenime eklenen 8 kilodan kurtulmak için çeşitli oyunlar oynamaktayım; kandırma oyunları, kendi kendimle. Önce spor yapmak için İstanbul’un en pahalı en havalı, en, en, en, nesi varsa, o klübüne üye oluyorum. Kendi kendime “Bak sana istediğin herşeyi sağlıyorum artık düzenli gidersin” diyorum.  Evet nefis gidiyor başlangıçta sporlu hayat. Derken 2 hafta içinde bir sürü eğitim, görüşme, seyahat bahanesi  ile ve gerekçelerimin geçerli olmasının verdiği iç rahatlığı ile kaytarıyorum. Oysa  her gitiğimde spor sonrası duygusu bana kendimi şahane hissettiriyor. Ama hafızam “balık” bu konuda.

Derken zayıflamayı başarmış arkadaşlarımın diyet listelerini alıyorum. Okumadığım kitap yok. Hepsinin ortak aklını bulup uygulamaya koyuluyorum. İlk 4 gün nefis geçiyor. Hemen kilo da veriyorum. Sonraki günler ne oluyor bilmiyorum. Şu cümleleri kurarken yakalıyorum kendimi; “Aman ya geldik gidiyoruz.  Ne saçma şimdi kendimi şu nefis mezelerden, şaraptan, rakıdan eksiklemem. Boşver, sonra diyet yaparsın”.

Eee koçluk yaparken ne yapıyorum müşterilerime; onlara ulaşmak istedikleri şeyin değeri ne ise onu farkettirmek, isimlendirmek için sorular soruyor ve arkasından o konudaki motivasyonlarını nasıl devam ettirecekleri yönde güçlü bir süreç uyguluyorum.

Kendime bu neden işlemiyor? Sağlıklı olmak benim için değerli olmalı oysa. 8 kilo fazla ile sağlıksız değilim. Hatta bu yaşım için doğal botoksluyum, iyiyim yani. İç referanslıyım ya, başkalarının bana “ aa ne kadar kilo almışssın” demesi de, “sen halledersin” demesi de işe yaramıyor.

Ankara’dayım bu ara. Bir arkadaşıma rastlıyorum. Harika incelmiş. Bana diyetsiyeninin telefonunu veriyor. Hayatımda bir defa yıllar önce diyetisyene gitmişim, ondan da kilo alarak 2 hafta içinde ayrılmışım. Bana uygulanan baskı hoşuma gitmemiş. Buna rağmen kendimi bu yeni diyetisyenin  karşısında buluyorum biranda.Hangi ara vakit buldum, randevu aldım, gittim inanamıyorum ben de kendime.  Birden içim çoşku (Mine gülme biliyorum yanlış yazdım, olsun) ve istekle doluyor. “Lütfen beni hemen ele alın. Sizinle işbirliğine hazırım” diyorum. Ama o da ne; o beni kabul etmiyor. Uzak mesafeden çalışmazmış. “Yaa skype var, ben kilomu yağ oranımı, şunu, bunu yaptırırım gönderirim” diyorum.” Olmaz” diyor. İçimdeki istek nasıl kuvvetli oysa. “Yapmayın benim motivasyonumu öldürmeyin bu çok büyük bir kötülük “diyorum. “Hayır yapamam prensiplerime aykırı diyor ve beni reddediyor.:(

Çok merak ediyorum. Hangisi doğru? Bir müşterinin kendi için değerli bir sonuca ulaşmasını desteklemek adına ona esnek davranabilip el uzatmak mı , yoksa kendi tanımladığımız başarı kriterlerine sıkı sıkı sarılmak mı? Burada yanlış veya doğru yok. “Duruma göre” yaklaşımı olmalı sanırım. Cevabı düşüne dururken, hiç çalıştırmadığım bir bankadaki hesabıma o diyetisyenin 1 aylık  ücretini gönderiyorum. 6 ay boyunca da göndermeye söz veriyorum kendi kendime.

Peki bu altı ay boyunca nasıl olacak da diyet yapacağım? Daha da önemlisi hangi dürtü ile başlayacağım. Motivasyonum dışardan gelecek bir destek  ile  değil;  benden, içerden gelecek bir sağlam bir cevapla sağlanmalı çok iyi farkındayım.

Önümüzdeki hafta kendime ödevim; hastalanmadan, gerek olmadan bu kiloları vermenin benim içimdeki kilit değerini bulmak.

Onu bulunca bu işi sonuçlandırmak için harekete geçeceğim. Ve başaracağım.

Biliyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Eylül 1, 2012 at 9:30 pm 2 yorum


Yeni gönderimlerden haberdar olmak için e-posta adresiniz

Diğer 86 aboneye katılın